HİKAYELER
İngiliz General Birdword ve Mustafa Kemal
20 Kasım 1918 Cumartesi günü ilginç bir olay geçer Mustafa Kemal’in Pera Palas’taki dairesinde.
Atatürk o günlerde yoğun bir siyasal değinme trafiğinin bunaltıcı ağırlığı altındadır. Ama bir boş vaktini bulup Mustafa Kemal’le görüşmek için sabırsızlanan yabancı bir general vardır.
Karargahı ile Pera Palas Oteli’ne yerleşmiş olan General Sir William Birdwood…
Bu general, askerlerinin miktar ve donatım bakımından çok üstün olmasına karşın Çanakkale Savaşları’nda Mustafa Kemal’e üç kez yenik düşmüştür. Böylesine materyal üstünlüğüne karşın nasıl yenik düştüğünün hayreti ve şaşkınlığı içindedir. Bu kahramanı yakından görmek, bu zincirleme yenilgisinin nedenlerini kendi ağzından dinlemenin merakı içinde kıvranmaktadır. Kendisine refakat subayı olarak verilmiş olan sporcu Sedat Rıza Bey aracılığı ile Mustafa Kemal’den kendisini kabul etmesini rica eder.
-“Buyursunlar” der Mustafa Kemal.
İki general karşı karşıyadır. Birdwood çok saygılıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında Rasim Ferit Bey de vardır. Hoşbeşten sonra Birdwood, iki yıldır kafasını kemiren “bizi nasıl yendi?” sorusunun yanıtını almak ister:
-“Sayın komutan bizi nasıl yendiniz?”
Mustafa Kemal’den bir başkası, dünya savaş tarihinde benzerine az rastlanır bu başarısından böbürlene bilirdi. Oysa o, -tıpkı Trikopis’e davrandığı gibi – yenilginin ezilmişliği altındaki bu general’in onurunu korur.
“-Sizin de, bizim de tarih dergilerimiz var”, der; tarih yazar.
Birdwood ricasını yineler:
-“Ekselans, sizin ağzınızdan dinlemek istiyorum. Lütfediniz.”
Mustafa Kemal, yanındaki Rasim Ferit Bey’den kağıt kalem ister; oda bir peçete kağıtı ile altın muhafazalı kurşun kalemini uzatır. Mustafa Kemal bir kroki çizer, kağıt üzerindeki yerlerini işaret ederek;
-“Su tarihte karaya çıktınız, der; filanca saate kadar şurada durdunuz. Biz de şu hattaydık. Herşey sizin lehinizdeydi. Niçin çizgide durdunuz ve niçin ilerlemediniz?”
-“Askerlerimiz çok yorulmuştu, diye yanıtlar Birdwood.”
Mustafa Kemal bu kez de Cokbayırı krokisini çizer:
-“Siz filanca gün şu yöne hareket ettiniz, şu durumu aldınız; niçin ilerlemediniz?”
-“Biz ilerledikçe arkadan su yetişmedi. Askerlerimiz susuz kaldı ve durdu.”
Atalarımız yaralıya kurşun atılmaz der. Mustafa Kemal de Türk soyluluk ve erdemini şu esprisiyle ile dile getirir:
-“Görüyorsunuz ya ben bir şey yapmadım. Önce yorgunluk, sonra susuzluk durdurdu ordunuzu.”
Birdwood ayağa kalkar, Mustafa Kemal’i kucaklar:
-“Sizin gibi kahraman ve yüksek karakterli bir asker tanımadım.”
Sonra krokiyi ve kalemi işaret ederek:
-“İzin verir misiniz” der; “bu kroki ve kalemi değerli bir hatıra olarak saklayayım.”
Ve saklar.
Yıl 1935… Aradan yıllar geçmiş, Birdwood mareşalliğe kadar yükselmiştir. Son görevi “Hindistan Ordusu Başkomutanlığı”dır. Kendisine Baron’luk sanı da verilmiştir. Atatürk hayranlığı ve sevgisi hala sıcaklığını korumaktadır. Eski anılarını yaşamak ve Atatürk’ün tenefüs ettiği havayı tenefüs etmek için 1935 yılı Ağustos’unun 26. Pazartesi günü İstanbul’a gelir. Cumhuriyet gazetesi bu olayla ilgili olarak şu başlığı atar:
“20 sene sonra İstanbul’a girdi, ama gezgin olarak.”
Yıl 1938…
Birdwood, yaşamının en büyük acılarından birini Atatürk’ün ölüm haberini alınca duyar. Yaşı hayli, ilerlemiştir. Hastadır da… Ama ne olursa olsun cenaze törenine katılmak, dünyanın yetiştirdiği bu en büyük askerin tabutu önünde eğilmek, ona ebedi yolculuğunda son görevini yapmak ister. İngiltere Hükümetine bu arzusunu bildirir, Ankara’ya gelir. Atatürk’ün tabutu muvakkat kabrine götürülürken Hindistan Ordusu Başkomutanı Feld Mareşal Baron William Birdwood, Halkevi balkonunda ayakta durabilmesi ve son uğurlama görevini yapması için ayaklarının altına destek yapılır. Atatürk’ün tabutu önünden geçerken Birdwood hüngür hüngür ağlamaktadır…
Anzaklı Ömer
“SİZ TÜRK’LER GERÇEKTEN ÇOK MERHAMETLİ İNSANLARSINIZ!”
**Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de…
** “Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte…” diye anlatıyor Anzaklı Ömer
Bu hakiki hikayeyi aktaran, sayın Dr. Ömer Musoğlu 23 Ekim 2010 tarihinde vefat etmiştir.
Anzaklı Ömer’in Hikayesi 1957 Yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye giden doktor Ömer Muşluoğlu, görev yaptığı hanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
Amerika ‘ya gittiğim ilk yıllar… New York’da Medical Center Hospital’da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler… Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında…
-Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?” dedim.
Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı… Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
-Siz Türk müsünüz?
-Kaşlarını yukarıya kaldırarak “hayır” manasına bir işaret yaptı.
-Ama ben hala merak ediyorum. “Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?”
-Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.
Ben yine ısrarla:
-Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım…
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
-Siz Türk müsünüz?
-Evet Türk’üm…
İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı… Anlatmaya başladı:
Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de… Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
-Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda… Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. “Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık… Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler.
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.
Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar… Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz…
Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya… Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu…
Dedim ki kendi kendime:
-Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar… Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi… Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler…
Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla ‘Yazıklar olsun bana’ dedim. ‘Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış’ diyerek pişman oldum… Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki… Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce… Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte…
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:
-Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk… Ne garip değil mi? Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle:
-Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
“Ömer” cevabını verdim.
Merakla tekrar sordu:
-Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?”
-Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
-Senin adın Müslüman adı mı?
Ben:
-Evet, Müslüman adı” deyince yüzüme baktı,doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
-Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra “Anzaklı Ömer” olsun.
-”Olsun” dedim.
-”Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?”
Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş…
-”Tabii” dedim.. “Müslüman olmak çok kolay.” Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu…
Mırıldandı:
-Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah’ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
-Beni yalnız bırakma olur mu?
-Ne gibi Ömer amca?
-Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.
O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum;
“Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!”
Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettirdim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti…
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım…
Azman Dede
Çanakkale kahramanlarından Balıkesir’li Azman Dede bayramlarda, törenlerde veya sokaklarda bıyıkları yeni yeni terleyen gençleri gördüğünde hep ağlar, göz yaşlarının öyküsünü kimseyle paylaşmazdı. Taa ki öleceğini anlayana kadar.
Adı destandır Çanakkale’nin. Seyit Onbaşı, Mehmet Çavuş, Ahmet Onbaşı, Hasnun Galip, Ahmet Refik gibi yiğitlerin her biri ayrı ayrı bir cephede, ayrı birer kahramanlık abidesi olmuştur. Kimi şehit düşmüş, kimi memleketine “GAZİ” sıfatıyla dönmüştür.
İvrindi’nin Mallıca Köyünden Azman Dede’de Çanakkale ateşinin izlerini 104 yaşına kadar içinde yaşadı. Gerçek adını bilen yoktu. Yağız bir delikanlı iken 2 metreye yaklaşan boyu nedeniyle köyünde herkes ona “AZMAN” derdi. Yakın köylüler de “ Mallıca’lı Azman” bilirdi.Yıllar önce bir araştırma sırasında Mallıca Köyü kahvesinde kendisi ile görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden birisi yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıraa bağıra söyledi. Onun sesine alışkın olduğundan anladı. Sorduklarımı cevapladı. Söz Çanakkale’ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla kendini zor dduyduğu için kan çanağına dönen gözleri ile bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı.
Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere yeni alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta 3-4 asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyordu. Karanlıkta el yordamı ile üstlerini, başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak süngü hücumuna hazırlıyordu.Sıra o çocuklara geldiğinde o cıvıl cıvıl şarkı söyleyen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı sordu:
-Evladım siz kimsiniz?
-Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz. Vatan için ölmeye geldik kumandanım.
Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler.Daha süngü takmasını bile bilmiyorlardı. Ben onlarla ilgilendim.Mermi böyle basılır,Tüfek şöyle tutulur, Süngü böyle takılır, ddüşmana şöyle saldırılır diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik.
-Allahuekber, Allahuekber
-Allahuekber, Allahuekber
-Eşhedüenla ilahe illallah………
Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleri ile inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor, bir gün önce ölenlerinkol, bacak, el, ayak gibi parçaları havayaa kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara Yüzbaşı ;
-“Azman yandık”
-Diye siperlerin köşesini işaret etti. Ahhhh. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçekliğiyle ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı “ YANDIK” demekle haklıydı. Muharebede bir ürküntü “PANİK” meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı.
-Annem beni yetiştirdi, bu ellere yolladı.
-Annem beni yetiştirdi, bu ellere yolladı.
Baktım. Hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha. Marş bitiyor, yeniden başlıyor, bitiyor, bir daha söylüyorlar. Avaz avaz, gözleri çakmak çakmak…
-Allaha ısmarladık……
-Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
-Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
-Sütüm sana helal olmaz, saldırmazsan düşmana
-Sütüm sana helal olmaz, saldırmazsan düşmana
-Yastığımız mezar taşı, yorganımız dar olsun
-Yastığımız mezar taşı, yorganımız dar olsun
-Biz bu yoldan döner isek namus bize ar olsun
-Biz bu yoldan döner isek namus bize ar olsun
-Biz bu yoldan döner isek namus bize ar olsun
Hücum anı geldiğinde çocukların hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş, bekliyorlardı. O an geldi. Birden Yüzbaşı yüksek sesle;
-“Koç yiğitlerimmmmm. Hücummmmmm”
-Diye bağırdı. Allah Allah sesleri ile bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephelerin her yerinden fırlamıştı. İşte tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerinden fırlayıverdiler. Ve ve işte o an bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere gerisin geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor. İşte been ona ağlıyorum. O çocuklara ağlıyorum. Evlatlarımmmm.
Azman Dede ağlıyordu. Kahvede kim varsa hepsi ağlıyordu. Yavrularımmmmm. Peh peh peeh peh…..
Ah bir ataş ver, cigaramı yakayım
Sen salın gel ben boyuna bakayım
Uzun olur gemilerin direği
Uzun olur gemilerin direği
Çatal olur efelerin yüreği.
Halepli Türkiye
Aydın AYHAN.
Rahmetli Seyit İLŞEKERCİ’ nin eczanesinde oturuyordum. İçeri genç bir karı koca girdi.
Bana “ Hocam, sizi televizyonlardan tanıyoruz. Bizim dedelerimiz de Çanakkale’ de kalmışlar. Dönmemişler. Bir sorumuz var. Çanakkale Savaşına katılıp da en son gelen kaç tarihinde geldi? Diye sordular.
Ben” Kayıtlara göre en son 1952 de iki kişi dönmüş. Biri Burdur’a diğeri Zonguldak’a dönmüşler” dedim.
Yanımda oturan Remzi isimli arkadaş atıldı. “ Hocam o da bir şey mi ? O da bir şey mi ? Bizim köye tam 64 yıl sonra biri çıktı geldi” dedi.
Ben çakı bulmuş çocuk gibi sevinerek atıldım. É Nasıl oldu? Anlat bakalım.”
1978 yılında Balıkesir istasyonunda elinde bir torba , garip kıyafetli yaşlı bir ihtiyar iner. İstasyon önündeki taksilerden birine sorar. “ Oğlum beni Üçpınar köyüne götürürmüsün?”
“ Götürem amca bin arabaya”
O zamanlar Üçpınar’a giden yol eski garajın üzerinden geçerek Toygar’dan Üçpınar’a giderdi. Şoför oraya doğru arabayı sürerken Toygar Tepe’ye geldiklerinde şoför “ Amca bak Üçpınar Köyü karşıda”
Adam. “ Yok oğlum değil. Bizim köyün evlerinde dam yoktur. Bu köyün bütün evlerinde dam var.”
Biraz daha giderler. Yolun hemen solundaki mezarlığın önünden geçerken adam “ Dur ! “ der. Dururlar. Adam taksiden iner. Mezarlığa girer. Bir ağaca sarılır. Biraz sonra gelir.
“Tamam oğlum, burası bizim köy. Bu ağaç Hacı Abdullah’ın çetlemiği ( Çitlembik) Tanıdım.”
Giderler. Taksi köy kahvesi önünde durur. Adam iner, kahveye girer. Yaşlı adam bir yere oturur. Hiç konuşmadan kahvedekilerin yüzlerine defalarca dikkatle bakar. Kahvedekilerden birisi Muhtar’a gider. Kahveye garip bir ihtiyarın geldiğini, hiç konuşmadan herkesin yüzüne baktığını söyler.
Muhtar hemen kahveye gelir. İhtiyar adama ;
“ Amca sen birini mi arıyorsun? Sen kimsin? Nerelisin ?”
“Kimseyi aramıyorum oğlum. Ben bu köydenim.”
“Amca ben 20 senedir bu köyde Muhtarlık yapıyorum. Seni tanımıyorum. Kimlerdensin sen ?”
“ Çok oldu oğlum. Beni ancak ihtiyarlar tanır. Onları çağırırmısın?”
Biraz sonra köyün bütün ihtiyarları kahveye toplanır. Ama kimse geleni tanımamıştır. İhtiyar sormaya başlar.
“ Süleyman Çavuş! “Öldü !”
“ Recep ! “ “Öldü !”
“Koca Salih !” “Öldü !”
“Topal Murat !” “Öldü !”
“Eyüp Çavuş !”
Yaşlı bir adam yavaşça ayağa kalkar. “Eyüp Çavuş benim.”
Bakar, bakar, bakar, balar. Sonra birden gelen misafire sarılır.
“ Muhammet Sen misin ? Sen misin be ! Nerede kaldın bunca zamandır. Nerelerdeydin be!”
Eyüp Çavuş tanımıştır geleni. Anlatır. Çanakkale cephesinde harp 1916 yılında bittiğinde Gazze cephesine götürülür. Orada yaralanınca Halep’te asker hastanesinde tedavi edilirken İngiliz’ler gelir. Halep’liler “ Bunlar bizim insanlarımız. İngiliz Gavuru bunlara eziyet eder” diyerek yaralıları hastaneden kaçırıp evlerine götürürler. 1918 de olan bu olayın üzerinden yıllar geçer. Bir türlü gelemez bizim askerler.
Üçpınar’lı Muhammet de orada kalır. Evlenir. Çocukları olur. Ama vatan hasreti ile harıl harıl yanmaktadır. Ancak 64 yıl sonra bir kere daha vatanını görmek arzusu ile Balıkesir’e Üçpınar’a gelmiştir. Son bir kez daha görmek için.
Sorar “ bizimkilere ne oldu ?” Yaşayan varmı ?
Ne olacak bunca zaman. Anan öldü , baban öldü , Abin öldü,Ablan öldü,Amcan öldü, Dayın öldü, karın öldü. Ama kızın sağ !”
“Neeeeee? Kızım sağ mııııııı?”
“Ahhhh benim bir de kızım vardı. Ben gittiğimde 15 günlüktü. Nerede benim kızım şimdi?”
“Bak şu Camiinin yanındaki ev muhtarın evi. Onun yanındaki değil de öteki ev kızının evi. Biz ona “ Çakır Hatça” deriz. “
“Ama kızım beni tanımaz ki?”
“Bekle ben söyleyip geleyim”. Gider Hatça teyze avluda leğende çamaşır yıkamaktadır. Eyüp Çavuş telaş içinde avluya girince “ Hayrola Eyüp Dayı ! Ne var!”
“Hatça Kızım sana müjdeli bir haberim var. Baban geldi. Baban sağğğğ.”
Hatça teyze “ Iııııhhhhhh” diyerek bayılır. Biraz sonra ayıltılınca ;
“Eyüp Dayı bu nerden çıktı. Şimdiye kadar bana hep babamın şehit olduğunu söylediler ya !”
“ Kızım gelen baban. Ben tanıdım.”
“ Nerede babam?”
“ Kahvenin önünde”
Hatça Teyze hemen fırlar. Eyüp Çavuş’ da arkasından çıkar. Muhammet gelenleri görünce o da koşarak karşılamaya gelir. Ama ikisi de birbirlerine yabancıdırlar. Öyle ya hayatın bin bir derdi ile gurbet ellerinde kalmış, bir kızı olduğunu unutmuş bİrisinin 64 yıl sonra yaşlı bir kadın karşısına çıkıyor ve onun kızı olduğu söyleniyor. 64 yıl babasının şehit olduğu söylenen birisine de karşısında duran ihtiyar adamın babası olduğu söyleniyor.
Karşı karşıya gelip garip bir şekilde birbirlerine bakıyorlar. Biraz sonra Eyüp Çavuş,
“Kızım Hatça !. Bu senin baban. Ben kendimden nasıl eminsem bu adamın senin baban olduğundan eminim. Öp elini ! “der.
O gece Üçpınar köyünde bayram yaşanır. Herkes bu yeni duydukları akrabalarını ziyarete gelirler. Muhammet Çavuş Onbeş gün kadar köyünde dolaşır. Tarlalara gider, tepelere çıkar. Onbeş gün sonra kızına “ Kızım ben artık gidiyorum” der.
Kızı “ Baba nereye gidiyorsun? Bu gördüğün her şey senin ya.”
“ Hayır kızım. Ben artık Halep’liyim. Orada kardeşlerin var. Bir oğlum bir de kızım var. Ben sadece bir kere daha yurdumu, vatanımı ölmeden önce bir kez daha görmek için geldim “ der, ve ertesi gün gider. Ertesi yıl gene gelir. Bu sefer oğlunu ve kızını da getirmiştir. Oğlu Halep’de İnşaat Mühendisi imiş. Onun adını da Muhammet Remzi koymuş. Kahvede kendisine sormuşlar. “ Senin adın Muhammet, ama oğluna neden kendi adını verdin?”
“ Ben vatan hasreti ile yıllardır o kadar yandım ki, ben ölmeden vatanıma kavuşamaz isem adımı hiç değilse oğlum götürsün vatanıma diye kendi adımı verdim ona da “
Kızının adını ne koymuş biliyor musunuz? O 64 yıl hasretini çektiğinin adını koymuş. Dünyanın en güzel adını koymuş. Kızının adı “ TÜRKİYE “. Kızının adını TÜRKİYE koymuş. Türkiye halen Suriye – Hama’ da yaşıyor. Suriye’de 4 şehirde torunları var.
Saka Hüseyin
Saka Hüseyın İkinci Anafartalar taarruzundan sonra, Türk birlikleri Anafarta Ovası´na ve tepelere yerleşmişti 35. Piyade Alayı 2.Bölük erlerinden Hayrabolu´lu Hüseyin alayın su ihtiyacını gidermekle görevli idi sabahın alaca karanlığında katırı ile yola çıktı.Bigalı Köyüne gidip, kuyulardan tahta, damacanalara su doldurup geriye dönüşünü akşamın karanlığına denk getirmeye çalışırdı.
Katır önde, bizim Saka Hüseyin arkada ama, yola çıkmadan evvel katırının kulağına eğilir, her defasında söylediği sözleri tekrarlardı: “Haydi, Büyük Anafarta Köyünün üstünden 35. Piyade alayının bulunduğu siperlere” katır gide-gele bu yollara alışmıştır.
Fakat yolda, Hüseyi´nin çenesi durur mu? Savaş var imiş! Yığınla yaralı taşırlar imiş, umurunda mı? O bir türkü tutturmuş gidiyordu:
“Pınar baştan bulanır
İner dağı dolanır
Al başımdan sevdayı
Buna can mı dayanır.
Rinna, rinna yarim
Rinna, rinna.”
Saka Hüseyin damacanalarına suyu doldurarak “deh” deyip akşam karanlığında yola koyulur.Siperlerde 2. Bölük su bekliyor.Yaralılar daha da çok su bekliyorlar.Birden bire, yanı başında iki karaltı beliriyor.Gavurca haykırıyorlar!
“Dur! kımıldama!”
Hayrabolulu Hüseyin´in yapacak hiçbir şeyi yok akıl almaz, gene de eşi görülmemiş büyük bir zeka kıvraklığı ile; düşman erlerine gevrek gevrek gülümsemeye başlar ve eliyle, koluyla katırının sırtında sallanan su damacanalarını gösterir, “Kumandan, kumandan?…” diye geveleniyor ve büyük bir saygı ile anzak kumandanını selamlayarak “Emret gavur kumandan!” der.Derhal bir tercüman bulunur. Saka Hüseyin anlatmaya devam eder.
“Bu su damacanalarını kendi kumandanım gönderdi. Sizin yaralılarınıza hediyemizdir.Düşmanımız susamıştır, susuz kalmasınlar dedi Mülazım Efendi!” ve arkasından ilave etti.Bu sudan verinde bir bardak ben içeyim der!”
Anzak Teğmeni kıpkırmızı kesilir… Gözleri dolar.İlk iş Hüseyin´i kucaklayıp iki yanağından öpmek.İkinci iş, Hüseyin´i tartaklayan devriyeleri bir güzel fırçalamak, üçüncü iş, Hüseyin´i siperin dibine oturtup soluklandırmak, o ” comed bell” kutularından, Oxo et suyu özündeni sarma tütünden, cigara kağıtlarından, Topler çikolata paketlerinden bol bol yağdırmak…Bu aldıkları hediyeleri katırın sırtına vurur, kurnaz bir tilki gibi, siperden sipere zıplayıp kapağı ikinci bölük hattına atınca, bu sefer gözleri fal taşı gibi açılma sırası Mehmetçik´ tedir.”
Baki Vandemir Paşa
Çanakkale Savaşları Komutanlarından.
Kendi Cenaze Namazını Kılanlar
Hikayeyi dinleyin.
Olurmu, Olmazmı ? demeyin!
Babamın dostlarındandı. Dimdik yürüdü. Hani Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmemiş tipler vardır ya, öyle biriydi. Ben çok küçüktüm. Evimize misafir gelirdi.” Oğul” diye seslenirdi hep. Bağdaş kurmaz, diz çöker öyle otururdu. Gaz lambası ışığında daha bir heybetli görünürdü gözüme. Hep bitip tükenmek bilmeyen harp hatıraları anlatırdı.
Çanakkale, Gazze, Kafkas cephelerini dolaşmış, Sakarya, Dumlupınar’da savaşmış. Ancak İzmir’in kurtuluşundan sonra köyüne dönebilmişti.
Anlattıklarında hep acı, kan, cefa vardı. Kolay mı kazanılmıştı bu vatan? Ölüm neydi ki? Şerbet içmek kadar kolaydı. “ Biz kendi cenaze namazımızı kendimiz kıldık Çanakkale’de..” derdi sık sık. Olur muydu ?
Kirte (Alçıtepe ) muharebeleri sırasında bölükler arka siperlerde hücum sıralarını beklemektedirler. Ön siperdekiler ileri fırlamış boğuşuyorlar. Yüzbaşı hücum için emir bekliyor. Bütün asker süngü takmış siperden fırlamak için hazır. Sinirler gergin… Bütün dudaklar kıpır kıpır dualar okuyor, Kelime – i şehadet getiriyor. Süre uzuyor.
Yüzbaşı erlere sesleniyor….” Yavrularım… Aslanlarım…
Biraz sonra Cenab-ı Rabb’ül Alemin huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim… Haydi! Tüfeklerinizin kabzalarına ellerinizi sürüp hep beraber teyemmüm edelim…”
Teyemmüm edilir… Bekleme devam etmektedir. Biraz sonra Yüzbaşı;
– “Çocuklarım… Sanıyorum biraz daha bekleyeceğiz… Önümüzde biraz daha zaman var. İleride arkadaşlarımız şehit oluyor. Hem onlar için, hem de vakit varken, kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım…”
– Kabe karşımızda.
Arkadan Of’lu Ali Çavuş bağırır…
– Er kişi niyetine..”
O gün yapılan hücumda kendi cenaze namazını kılan pek az kişi sağ kalabilmişti. Onlar Allah’a verdikleri sözü tuttular.
Kuyruklu Türkler/57 Alay Komutanı Ve Esirler
Çanakkale kara savaşları sırasında dünyaya ün salmış kahraman 57 nci Alayımızın tamamına yakını saka erinden Alay Komutanına kadar şehit düşmüştür. Öyle ki savaş sırasında Alay Komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey şehit olduktan sonra yerine Yarbay Elbistanlı Şevki Bey, ondan sonra Binbaşı Ispartalı Ömer Fevzi bey komutanlık yapmıştır. Komuta kademesinde üst rütbede kimse kalmadıkça Alay Komutanlığı görevi daha alt rütbelere Yüzbaşı, Üsteğmen, Teğmenlere kadar inmiş ve hatta son olarak Alay imamı Konyalı Hasan Fehmi Bey Komutanlık görevini üstlenmiştir. 57 nci Alay 49 Subay ve 3480 Er’ den oluşmuş bir Alaydır.
Alayın 1 nci taburu 25 Nisan günü yani ilk çıkarma günü daha çıkarmanın başlangıcından 4,5 saat geçmiş iken Tabur Komutanına birliği toplaması, yıprandığı bildirilir. Birlik toplandığında 900 askerden 820 si şehit düşmüştür.
O kahramanların görev aldığı 57 nci Alay adında şu anda başka hiçbir birlik yoktur. Onların anısı yaşatılmaktadır. Alay Komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey Ramazan Bayramının ikinci günü 13 Ağustos’ta dere yatağındaki çadırına düşen bir top mermisi şarapneli ile şehit düşmüştür. Şehit olmadan 1 – 2 gün önce çadırına 2 esir Anzak’lı getirilir. Esirler tir tir titremektedirler. Üzerleri aranır. Birinde bir tabanca, bir dürbün ve bir İncil bulunur. Hıristiyanların kutsal kitabı. Bunlar kayda alınır ve tutanakla tespit edilir. Esirlere misafir muamelesi yapılır. Peki onlar bize ne yapmışlar. Bir Avustralyalı anlatıyor. Çanakkalede savaş muhabiri olarak görev yapmış ve önemli gördüğü olayları kaleme almış. Sadece önemli gördükleri binlerce sayfayı bulan bu savaş muhabiri Charles Bean burada kaldığı 8,5 aylık dönemden bakın ne notlar almış:
“08 Ağustos 1915 günü içinde 100 Türk ve 2 Alman esir bulunan ağıl vardı. Ağılı esir kampı yapmıştık.Sonra İngilizler ve bizim Avustralyalılar geldiler bu ağılın çevresine benzin ve gaz döküp ateşe verdik.O Türkler daha yoğun gelen ateşten korunmak için hepsi bir kenara üşüştüler ama biraz sonra hepsi cayır cayır yanarak, bağıra bağıra can verdiler.
Bu sırada İngilizler ve bizim Avustralyalılar kahkahalarla gülüyorlardı Türklerin bu hallerine. Utanmadan hadi yangını söndürsünler bakalım deyip gülüyorlardı. Yok mu şunların ağzını burnunu kıracak birileri dedim. İnsanlığımdan utandım. Çünkü aynı olay önceki gün yine yaşanmıştı.”
Yani 07 Ağustos 1915 günü de yakmışlar askerlerimizi. Düşünün işte bunları Avustralyalı yazıyor hem de günlüğünde. Hani Türkler Barbar idi, vahşi idi. Dünya görsün şimdi doğrusunu.
Biz onlara misafir muamelesi yapalım şımarsınlar. Neyse esir askerlerin üstündekiler zapt edilip kayda alındığı sırada kendilerine misafir muamelesi yapılınca bunlardan birisi şımarık şımarık Alay Komutanının etrafında dolanmaya ve tepeden tırnağa Hüseyin Avni Bey’i süzmeye, incelemeye başlar. Onların bu durumu tutanakta da tir tir titriyorlardı ve birisi Alay Komutanının etrafında dolanıp onu tepeden tırnağa inceliyordu diye yazılmıştı. Dil bilmiyorlardı, anlaşamıyorlardı. Neden dolaştıkları sorulamıyor, söyleyemiyorlardı. Bu esirler önce İstanbul’a oradan da Melbourn’a gönderilirler.
Aradan 30 yıl geçer. Yıl 1945 olur. Savaş alanlarında şimdiki gibi gezmek, ziyarette bulunmak yasak. Ziyarete gelecekler ile ziyaret edilecekler arasındaki bağlar kopartılmış. Köylüye buraları ekip biçmeleri için izin verilmiş. Köylü ekip biçerken de pulluğuna, karasabanına takılan şehit ve düşman askerlerinin iskeletlerini parçalamış. Arazide bulunan top mermileri, boş kovanlar, şarapneller, top namluları, sehpalar vb tüm buluntuları hurdacılara satın demişler.Bulduklarını bir tomar paraya satmışlar ve günümüze görülecek obje bırakmamışlar.Görebildiklerimiz sadece birkaçı.
Evet yıl 1945 olmuştur. Burada esir düşen Avustralyalı memleketine gittiğinden beri, 30 yıldır hep Çanakkale’yi düşünmekte ve eşine yaşadığı esir düşme olayını, çadırda üstlerinin aranmasını, kendilerine misafir muamelesi yapan Alay komutanını anlatmakta buraları, yaşadıklarını hiç unutamamaktadır. Eşi gıyabında artık Alay Komutanını tanımaktadır.
Tekrar buralara gelip ziyaret etmek ister. Ankara’ya gelir. Dediğimiz gibi ziyaret de yasak. O zaman özel izin alınması lazım gelir. 1970-1977 yılları arasında Cumhuriyet Senatosu Başkanlığı da yapmış olan Tekin ARIBURUN Paşa’ya çıkarlar, izin isterler.
Peki Tekin ARIBURUN kimdir. Soyadını Arıburnu yarlarından ve bölgede yaşanan acımasız savaştan alan kahraman 57 nci Alayın Komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey’in oğlu.
Tekin ARIBURUN kendilerine 3 gün izin vereceğini ama bir şartı olduğunu, ziyaret sonrası tekrar kendisine gelmelerini ve kahve içmeye bekleyeceğini , babasının da bir Çanakkale şehidi olduğunu söyler.
Şu talihe bakın ki 30 yıl önce esir olarak çadırında misafir muamelesi gördüğü kişinin oğlundan 30 yıl sonra bölgeyi ziyaret için izin almak durumundadırlar ama farkında değiller.
Adam sözünü tutar ve ziyaret sonrası Ankara’ya gelir kahve içmek için. Tekin ARIBURUN mutfaktan kahve getirmek için kalktığı sırada duvardaki üniformalı, kalpaklı resim dikkatini çeker adamın. Eşine dönerek. “Bak sana hep anlattığım çadırdaki Komutan işte bu.” Bu sırada Tekin ARIBURUN konuşmayı duymuştur ve hemen yan odaya geçer. Oradan salona girdiğinde ise elinde ne olsa iyi. Bir tabanca, bir dürbün ve bir İncil. Yaşlı Anzak’lı bunları görünce gözleri yuvalarından fırlamış halde bağırır.” Bunlar benim.”
“Evet” der. Tekin Paşa. Biliyorum. Nereden biliyor. Türk ordusundaki kayıt sisteminin ne kadar doğru oluşundan. Çadırda tutulan tutanak sonrası malzemelerin üst makamlara kadar aynı doğruluk ve titizlikle intikal ettirilmesinden biliyordu bunları. 57 nci Alayın çoğunluğu şehit düşmüştü ama bu malzemeler emin ellerde idi.
“ Evet bunlar sizin. İnanıyorum ve bunları da size vereceğim. Ancak size bir şey soracağım.” der. Yaşlı Anzak’lı meraktadır. Tekin Paşa sorar.
“Babamın çadırında 30 sene önce tir tir titriyordunuz. Biriniz sürekli babamın etrafında dolanıp tepeden tırnağa inceliyordu.
Neden ?”
Cevap müthiştir.
“İngilizler bize Türk’leri öyle bir anlattılar ki Türkler barbardır, yamyamdır, insan eti yerler, ne zaman yiyecekler bizi diye çadırda korkuyorduk Onun için tir tir titriyorduk.
Tekin Paşa peki er. Babamın etrafında tepeden tırnağa inceleyip dönen kişi neden dönüyordu. Anzaklı cevap veriyor. “ Bize İngilizler dedi ki Türkler kuyrukludur. Babanın kuyruğu nerede diye ona bakıyorduk.”
Bizi kuyruklu diye tanıtmış İngilizler. Yamyam olarak anlatmışlar. Bizim şanlı geçmişimizde binlerce yıllık mazimizde böyle bir şey hiçbir zaman olmamıştır. Bu toplumu oluşturan mozaiklerin hiç birinde bunlar görülmemiştir.
Bir ilginç tesadüf diyelim şimdi. Baba Hüseyin Avni Bey daha önce anlatmıştık. Bayramın 2 nci günü düşman gemilerinden yapılan bombardıman sırasında 13 Ağustos’ta şehir düşmüştü. Oğlu Tekin ARIBURUN’ da 13 Ağustos’ta vefat etmiştir.
Bomba Sırtı Vak’ası
Bölge 57 nci Alaya geldiğimizde araçlarımızı par ettiğimiz bölgede yolun denize bakan tarafında kalan kısmın daha yukarıda satış yapan büfelerin olduğu yere kadar olan bölümdür.
Bu bölgeye bomba sırtı denmesinin nedeni Türk ve Anzak siperlerinin bu cephede birbirine çok yakın olması ( 8 – 10 m .) sebebi ile her iki tarafın karşılıklı olarak bol miktarda el bombası kullanmalarıdır.
Bomba sırtı Çanakkale cephesi kara savaşlarında çok önemli yer tutmaktadır. Savaşın dönüm noktaları bu bölgede yaşanmıştır. Mustafa Kemal 1918 yılında Gazeteci Ruşen Eşref ile yaptığı söyleşide ;
“ Yalnız size Bombasırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arası sekiz metre, yani ölüm muhakkak…Birinci siperdekiler, hiç biri kurtulmamacasına tamamen düşüyor, ikinci sıradakiler onların yerine geçiyor.
Fakat ne kadar imrenilecek bir ölçü!.. İşi Allah’a bırakıp, kadere razı olmayı biliyor musunuz?
Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir çekinme bile göstermiyor.
Sarsılmak yok!
Okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet getirerek yürüyorlar.
Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şaşılacak ve tebriğe değer bir örnektir.
Emin olmalısınız ki; Çanakkale Savaşlarını kazandıran, bu yüksek ruh’ tur.” Demek sureti ile buranın önemini göz önüne sermiştir.
Kınalı Hasan
Çanakkale bir ölüm kalım savaşıydı, bir saldırıya karşı etten ve kemikten bir savunma idi. Vatanın her kesiminden kopup gelen gençlerin, ana kuzularının birer aslana dönüştüğü yer idi ÇANAKKALE. Ana kuzuları… Kınalı kuzular.
Analar, kuzularını kınalayarak gönderiyorlardı Çanakkale’ye. Her kınalı kuzu bir kahramandı, destandı. İşte bunlardan birisi de Kınalı Hasan’dı.
Anası kınalamış saçlarını ve göndermişti Çanakkale cephesine. Vatanı kurtarmak için gelen diğer kınalı kuzular ile. Gönderirken de ; “ Haydi yavrum, köyüne, nişanlına veda et. Sabanını, tarlanı, her şeyini feda et. O silaha sarıl ki böyle günde bir erkek dualı demirden başka bir şey kullanmaz. Bunu tutan bilek, köleliğin o uğursuz zincirine uzanmaz. Hadi git evladım. Yıllarca ben evlatsız, oğulsuz kalayım. Şu yaralı bağrıma kara taşlar sarayım. Haydi oğlum, haydi git. Ya Gazi ol gel, ya Şehit ol.”
Hasan birliğine gelir. Komutanı Sırrı Bey erleri tanımaya çalışırken Hasan’ın saçındaki kına dikkatini çeker. Merak eder.
– ” Oğlum o saçındaki ne?”
– “ Komutanım kına” der Hasan.
Komutanı daha da merak eder. “Hiç bir erkek saçına kına yakar mı ?”
Hasan cevap veremez. Çünkü anasının kınayı neden yaktığını bilmez. Ancak;
– “ Anam yaktı gelirken “der. Komutanı;
– “O zaman anana sor bakalım neden yakmış” der. Hasan okuma yazması olan bir arkadaş bulur ve anasına mektup yazar.
Hal hatır sormadan sonra konuya gelir.” Anacığım kardeşlerimi askere gönderirken kına yakma. Benim kınam kafidir. Komutan sordu sebebini diyemedim. Kardeşlerim de cevap veremeyip mahcup olmasınlar. Mektup postaya verilir ve Yozgat’a yollanır. Bir süre sonra cevap gelir. Hoş beş sohbetten sonra ana yüreğinin sıcaklığı ile cevap verir kına meselesine.
“Ey oğlum. Gözümün nuru Hasan’ım. Köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor. Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın.Ben senin anan isem,beni ve seni Allah yarattı ve bu Vatan büyüttü.Allah bu Vatan için seni yaşattı. Bu vatanın ekmeği şimdi iliklerinde duruyor.
Komutanına söyle. Biz üç şeye kına yakarız. Önce kızlarımıza kına yakarız kocalarına kurban olsunlar diye, sonra koçlarımıza kına yakarız Allah’a kurban olsunlar diye. Son olarak da Askerimize kına yakarız ki Vatan’a kurban olsunlar diye.
Sen dört kardeş arasından kurbansın. Sen İsmail’sin. Sen orada Şehit olacaksın inşallah. Allah seni Peygamberin yanından ayırmasın, seni melekler şimdi rahmetle anıyor. Gözlerinden öperim. Anan Hatice.”
Hasan şehadet şerbetini içer. Kocadere Hastane yeri şehitliğinde kahraman silah arkadaşları ile birlikte yatmaktadır şimdi. Şehit düştüğünde üstündeki eşyalar toplanırken arkadaşları üzerinde bu mektubu bulurlar. Komutanına kınanın sebebini diyememiştir. Arkadaşına mektubun altına not olarak ekleme yaptırmıştır. Eklenen dörtlükte;
“Anam yakmış kınayı, adak diye,
Ben de vatan için kurban doğmuşum.
Anamdan Allah’a son bir hediye,
Kumandanım ! Ben İsmail doğmuşum” yazmaktadır.
Evet ne kınalı kuzular bu topraklar üstünde şehadet mertebesine erişmiştir. Daha bıyıkları terlemeden, kimisi eline silah almadan.
Dumlupınar Denizaltımızın Batışı
O kahreden olay 4 Nisan 1953 yılında yaşanmıştı. Çanakkale Boğazı açıklarında Nara burnu açıklarında Türk donanmasına ait Dumlupınar denizaltısı, uzun ve yorucu bir Nato Tatbikatı görevinden sonra donanmasıyla birlikte istirahata çekilmek üzere limana yanaşıyordu.
Hava şartları çok kötüydü, sis vardı, yağmur vardı… İstirahati hayal eden donanma limana yaklaşırken çok büyük bir gürültüyle sarsıldılar. Denizaltı İsveç donanmasına Naboland isimli bir şileple çarpışmıştı. O sırada 8 kişi güvertedeydi ve bunlardan 2’si pervaneye takılarak öldü, 1’i boğularak öldü, 5 kişi ise kurtarılabildi. Geminin içerisinde ise 81 mürettebat vardı ve sadece 22 kişi torpidoya saklanarak kurtulmayı başarmışlardı, tabi ki kendilerini bekleyen daha kötü bir sondan habersizce.
Denizaltı denizin dibini boylamıştı. Torpidodaki 22 kişi yüzeye bir şamandıra fırlatarak içerisindeki telefon kablosu aracılığıyla merkezle iletişime geçtiler. Olayı anlatan mürettebata merkezden cevap gelmişti “Gerekmedikçe konuşmayın, türkü söylemeyin ve sigara içmeyin”
Kahraman askerler olacaklardan habersiz bir şekilde ülkelerinin kendilerini kurtarmalarını bekliyordu. Fakat kendileri dışındaki herkes durumu biliyordu o zamanın teknolojisiyle o askerleri oradan çıkarmanın mümkünatı yoktu.
O sırada O anda askerlere bir anons geldi ” rahatça konuşabilirsiniz, türkü söyleyebilirsiniz, sigara içebilirsiniz”
Umutlar tükenmişti askerler artık ölümü bekliyordu. 22 kahraman askerin son sözleri “herşey buraya kadarmış kumandan, birer cigara yakalım mı?” oldu.
Tüm ülke seferber olmuştu ama sonuç belliydi kurtulamayacaklardı. Kurtaran gemisi olaydan 12 saat sonra ancak oraya gelebilmişti. 25 saat sonra ise anca sabitlenebilmişti. O sırada şamandıra ile torpido arasındaki kablo kesildi ve iletişim koptu. Dalgıçlar 100 m. ‘ye yakın derinlikteki Dumlupınar batığına erişmeye çalışıyorlardı ama nafile. Hava çok kötüydü su altı dalgaları dalgıçları savuruyordu. Kurtaranın yanlışlıkla kestiği kablo olmayınca dalgıçların kabloyu takip etmesi de olanaksızlaşmıştı. On bir dalış yapıldı ama hiçbiri başarılı olamadı. Yine de Yılmaz Süsen adlı bir dalgıç 80 m dalmayı başarmış hedefine 11 m kalmıştı. İşte o anda basınca dayanamayıp şuurunu kaybetti. Vurgun yemenin kıyısından dönmüştü. 15 saat sonra ancak şuurunu açabildiler. Kurtarma çalışmalarına katılan Amerikalılar dalgıç için şu cümleyi kullanmışlardı “Ölümle arasında hiçbir şey kalmamıştı” 7 Nisan’da 3 gün süren çalışmalar sonucunda Milli Savunma Bakanlığı artık kurtarma çalışmalarını durdurduğunu ve umutların kesildiğini bildirdi.
22 asker ölüme terk edilmişti. Türkiye’nin en karar günlerinden birisi 4 Nisan 1953 olarak tarihe geçti. “Ah bir ataş ver” türküsü ise buradan gelmektedir. Hikayesini bilen herkes her duyduğundan gözyaşlarına bu nedenle boğulur…
Dumlupınar Denizlatında Şehit Olan Askerler
Subaylar:
Kurmay Albay Hakkı Burak, Makine Kıdemli Yüzbaşı Naşit Öngören, Makine Yüzbaşı Affan Kayalı, Güverte Üsteğmen İsmail Türe, Makine Üsteğmen Fikret Coşkun, Güverte Teğmen Bülent Orkun, Güverte Teğmen Macit Şengün
Astsubay Kıdemli Başçavuşlar:
Şevki Özsekban, Ali Tayfun, Emin Akan, Ömer Öney, Mehmet Denizmen, Sait Yıldırım
Astsubay Başçavuşlar:
Cemaleddin Denizkıran, Salahaddin Çetindemir, Zeki Gider, Kemal Acun, Hüseyin Uçan, Cemal Kaya, Naci Özaydın
Astsubay Çavuşlar:
Bahri Serseren, İhsan İçdemir, Selami Özben, İbrahim Altıntop, Şaban Mutlu, İhsan Coşkun, Hamd Reis, Samim Nebioğlu, Mustafa Doğan, İhsan Aral, Zeki Açıkdağ, Necdet Yaman, Tuğrul Çabuk, Mehmet Ali Yılmaz
Mükellef Çavuşlar:
Karasulu Veysel Saygılı, Rizeli Ramazan Yurdakul
Mükellef Onbaşılar:
Milaslı Niyazi Giritli, İstanbullu Züğfer Ceylan, İstanbullu İbrahim İşlemeci, Trabzonlu Murat Yıldırım, Bodrumlu Mehmet Kızılışık, Bodrumlu Emin Süzer
Erler:
Çanakkaleli Mehmet Demirel, Bigalı Ali Gökçü, Antalyalı Nurettin Alabacak, Bandırmalı Ömer Yalçın, Edremitli Ali Aslan, Lapsekili Ülfeddin Akar, Şileli Bekir Sarı, Sürmeneli Yusuf Demir, Rizeli Mehmet Aydın, Sökeli Mustafa Özsoy, Marmarisli Nuri Acar, Çorlulu Hüdai Çağdan, Lapsekili Kadir Demiroğlu, Tekirdağlı Fikri Ulaştırıcı, Bigalı Hüseyin Sayım, Bartınlı Hüseyin Kayan, İzmirli Kenan Odacıoğlu, Lapsekili Ahmet Günal, Bartınlı Mustafa Taşçı, Çanakkaleli Hasan Bozoğlu, Bursalı İbrahim Aksoy, İzmirli Feridan Kırcalı, Ordulu İsmail Özdemir, Çarşambalı Hasan Arslan, İnebolulu Ahmet Özkaya, Çanakkaleli Enver Uçar, Foçalı Necati Kalan, İnebolulu Murat Suyabatmaz, Giresunlu Mehmet Demir, Giresunlu Galip Yılmaz, Göreleli Hasan Kelleci
Dumlupınar Denizaltısında Görevli Astsubayın Büyük Aşkı
Genç kız gönlünü bir deniz Astsubayına kaptırmıştı.
Sevgilerinin en büyük sorunları, deniz Astsubayının mezun olup genç kıza evlenme teklif etmesiydi. Okul bitince, Deniz Astsubayı Gelibolu’da oturan kıza gider. Biraz buruktur. O’ nu o halde gören kız biraz huylanır.” Acaba benden ayrılacak mı?” diye içinden geçirir. Çocuğun suratı donuktur.
-Ne oldu sevgilim, bir şey mi var?
-Sevgilim, mezun oldum ama denizaltına verdiler. Biz denizciler ayda birkaç kez ayrılabiliyoruz bir de şimdi denizin altındayız. Benden ayrılmak istemeni anlayışla karşılarım.
-Ben seni bırakmam.
Astsubay;
-Böyle diyeceğini biliyordum, der ve sevgilisine bir kitap ve el feneri verir.
Genç kız;
-Bu kitap Ne, bu fener niye ?
-Bak sevgilim. Bu kitap mors alfabesi kitabı. Bu da fener. Eğer okumayı öğrenirsen seninle haberleşebiliriz. Her ay 2-3 defa Çanakkale’den su üstünden geçermişiz.
Bunun üzerine genç kız evde bu kitabı çalışıp Mors alfabesini ezberler. Hatta günlüğünde bütün harçlığını pillere yatırdığını yazar. Babadan gizlidir, annenin haberi vardır.
Genç ilk seferinde sevgilisini arar.
-Sevgilim; Cuma günü saat 23.00’da su üstünden geçeceğiz. Orda ol. Mesajını bekliyorum. Der ve kapatır.
Sıra çoktur çünkü. Kız çalışmaya devam eder. İlk defa geçecektir sevgilisi. Kız fener ile çalıştığı kelimeleri yazar. Gece olmuştur ve denizaltı su üstünden geçiyordur.
Ve genç kız fener ile mors alfabesini kullanarak şu mesajı yazar “ SENİ SEVİYORUM”.
Güvertede sigara içen denizciler bu sevgi sözcüğüne şaşırmışlardır. Genç aşık bunu görünce komutanına çıkar;
-Müsaade edin efendim, kız arkadaşım. Fener ile cevap yazabilirmiyim?
-Komutan; “ Ne feneri oğlum, geç projektörün başına” Genç Astsubay projektörden şu mesajı yazar.” SONSUZA KADAR”
Aradan 2 ay geçer. Denizaltı yine Çanakkale’den geçecektir. Genç Astsubay sevgilisini arar.
-Sevgilim Cumartesi günü Gelibolu önlerinden geçeceğiz. Bütün arkadaşlarıma anlattım. Herkes bizehayran. Yalnız bu sefer filo halinde geçeceğiz. Başkasına yazma.
Genç kız: Nasıl ayırt edeceğim?
Genç Astsubay: Biz filonun en önünde gideceğiz.
Genç kız heyecanla o günün gelmesini beklerken Astsubayın içinde bulunduğu denizaltının çok acıklı bir öyküsü meydana gelmiştir. Çünkü Denizaltının adı “ DUMLUPINAR” dır.
Gecenin bir yarısı filonun en önünde giden denizaltısıdır. 04 Nisan 1953 tarihinde , Nato Tatbikatından dönen Türk Filosu Dumlupınar önderliğinde Çanakkale boğazına girdiğinde Dumlupınar, Nabolant isimli İsveç Bandıralı gemi ile çarpışır.
Bütün kuzey ülkelerine ait gemilerde olduğu gibi Bu geminin de önünde jilet gibi bir “buz kıran” bulunmaktadır.
Ters manevrayı gerçekleştiremeyen Dumlupınar’ı Nabolant ikiye böler ve Dumlupınar Çanakkale’nin soğuk sularına sessiz bir balina çığlığı ile inmeye başlar.
Genç kız olaydan habersiz mors alfabesi ile en öndeki denizaltıya mesajını gönderir. Fakat Dumlupınar sandığı denizaltının ismi I. İnönü denizaltısıdır.
I.İnönü denizaltısı öndeki Dumlupınar’ın kaza yaptığından habersizdir. Denizciler gelen mesaja şaşırırlar ve kendi aralarında konuşurlar.” Demek anlatılanlar doğruymuş, yalan söylemiyormuş, Astsubayın hakikaten bir sevgilisi varmış, ama kızcağız yanlış yere mesaj gönderdi. Dumlupınar öndeydi çünkü”
O sırada komutanları bağırır.
-Merakta bırakmayın kızı. Ha Dumlupınar, ha İnönü. Verin kıza cevabı…
Gençler projektörün başına geçerler ve aynı cevabı yazarlar.”SONSUZA KADAR .”
Ve hakikaten Dumlupınar sonsuza kadar sürecek bir uykuya dalmıştır. İsveç Gemisi kazayı haber verir. 10 nolu kurtarma motoru Dumlupınar’ın battığı alana gelir. Denizaltıların battığında bulunması için fırlattıkları bu şamandıra bir kablo ile manevra dairesine bağlıdır. Şamandıra iki saat içinde bulunur. Üsteğmen Murat TEZCAN ahizeyi kaldırır:
-Alo aşağıda kimse varmı ?
-Ben Selami Astsubayım Komutanım.
-Selami kaç kişisiniz?
-Manevra dairesindeyiz komutanım. Benle beraber 22 kişiyiz.
-Tamam Selami.Sakin ol ve hemen arkadaşlarına emrimi ilet. Konuşmasınlar, sigara içmesinler ve şarkı söylemesinler.
-Başüstüne komutanım. Manometre 260 kadem gösteriyor komutanım doğrumu ?
-Sizi kurtaracağız merak etme . Selami .
-Komutanım 260 kadem ne demek ?
Üsteğmen Murat çaresiz bir ses ile “ 90 küsur metre” der. Ve o an anlaşıldı ki o denizaltıdan kimse kurtulamayacak. Üsteğmen Murat üstlerine bilgi verip kurtarma çalışmalarına başlar. Birçok denizci zor koşullar altında arkadaşlarını kurtarmaya çalışır. Ama başaramazlar. Üsteğmen Murat kurtaran gemisinden Selami Astsubayı arar.
-Selami Astsubay arkadaşlarına söyle. Konuşabilirler, şarkı söyleyebilirler ve sigara içebilirler.
Bu emri alan Selami Astsubay bu emrin ne demek olduğunu anlamıştır. 22 Denizci ile beraber Dumlupınar’dan tek ses duyulmuştur.
“VATAN SAĞOLSUN”
72 saat süren kurtarma çalışmalarından sonra TRT’den haber tüm yurda yayılır. Bütün yurt derin bir acıya boğulmuştur.
“Dumlupınar’dan kurtulan yok. Denizci tanıdığı olan olmayan bütün ulus gözyaşlarına boğulmuştur.”
Son şahitler nasıl kurtuldu ?
Dumlupınar Denizaltısının Naboland’la çarpışmasının ardından su üstünde 8 denizci sağ kalmıştı. Ancak sayı kısa bir süre sonra 5’ e düştü.
2 gözcü er Astsubay Hüseyin AKIŞ’ın gözleri önünde Naboland’ın pervanesinde parçalanarak can verdi. Bu şoku atlatamadan arkadaşı Astsubay Şaban MUTLU’ nun cesedi akıntıyla kucağına geldi. Bu sırada gemi komutanı Yüzbaşı Sabri ÇELEBİOĞLU, Üsteğmen Hasan YUMUK ve Üsteğmen Kemal ÜNVER de dalgalarla boğuşuyorlardı. Hüseyin İNKAY da büyük bir gayretlebalıkçı teknesi zannettiği ışıklara doğru yüzdü; ancak yanılmıştı…




